Makale
Bir Şehir Güzellemesi…
Bana “ÅŸehir nedir” ya da “ÅŸehir kavramı size neyi çaÄŸrıştırıyor” diye sorsalar; ‘Binlerce yıllık yaÅŸanmışlıkları; garip bir hüzün içinde sanki bizatihi yaÅŸamışım ve bu yaÅŸanmışlıklarla, binlerce kez ölmüş ve binlerce kez doÄŸmuÅŸum gibi hissederim kendimi.’ Derim.
Hz. Ä°brahim’i sonsuz çöllere atan ve en kadim ÅŸehirlerden Mekke’yi de inÅŸa eden ilk ev; görünüşte aristokrasinin dışladığı minik oÄŸlu ile köle Hz. Hacer’in sürgünü… Esasında bu dünya hayatının geçiciliÄŸini anlatan bir kök salmamayı tercihin hikâyesi… Mekke ÅŸehirlerin anası; Allah’ın evi etrafından akan binlerce yıl.
Gök kubbenin altında konuşulmamış hiçbir şeyin kalmadığı bu dünyada, yeni aklı kesenin, bu konuşulmuşlukları, sanki ilk defa konuşuluyormuş gibi keşfetmesi; haykırışlar, şehirlerin meydanlarında çınlarken, erdem rüzgârlarının yokladığı bedenlerde bir karşılık bulamayan fikir, sanat ve edebiyatla küskünlüğe dönüşüyor.
Şehir; farklılıkların farkına varıldığı mekânsal bir varoluştur. Şehre derinliğini, heybetini ve cazibesini, farklılıklarının çeşitliği verir. İnsan, insandan kaynaklanan gerilimden beslenir. İnsanın, kendisini bir insan olarak hissedebildiği gerilimin zirve yaptığı yerlerdir şehirler. Medeniyet dediğimiz yüksek varoluş yansımaları, farklılıkların çeşidinden ve gerilimin yüksekliğinden doğarlar.
Siyaset ÅŸehirlerde yapılır. Siyaset, toplumsal iÅŸ bölümü ve kamusal alan rollerinin belirlendiÄŸi yani eÅŸitsizliklerin dağıtıldığı zorunlu bir uÄŸraÅŸ alanı. Toplumsala getirilen her beÅŸeri eleÅŸtiri, karşı bir siyasi niyet ve iradeyi ifade eder. Mevcuda yönelik dünyevi itiraz ve talep kendiliÄŸinden bir siyasi eylemdir. Siyasetin ÅŸehirlerde yapılıyor olması, ÅŸehirleri çeliÅŸki ve çatışmaların yaÅŸandığı “irrasyonel” bir hayat alanına çevirir.
Roma agorasını inleten genç senatörün nutkunu, bir kaşı havaya kalkık ak saçlı bir bilge şüphe ile dinliyor. “Romalılar, vatandaÅŸlar”… Güngörmüş, gün geçirmiÅŸ bu ak saçlı, genç senatöre belki de acıyordur; gücün ve kudretin zirvesi, aynı zamanda yenilgi ve ihanetin de zirvesidir. Sonlu olmaya, yani zamana ve mekâna mahkûm insanoÄŸlunun bekâ vehimlerinin taçlandığı yerler olan ÅŸehirler, zaferin ve ihanetin kurgusallığını anıtsal bir anlatı ile ders almamakta direnen ardıllara sürekli olarak aktarırken, ‘yeni’ bu anıtsal anlatıyı, yeninin uçarlığında ‘etik ve estetik’ bir kaygıya dönüştürüyor. Ä°bn-i Haldun ÅŸehirleri ‘çürümenin’ baÅŸlangıcı olarak görür. Åžehirlerdeki çürüme, doÄŸadaki çürümenin doÄŸallığını yansıtmaz. Dayanılmaz bir eza, çekilmez bir cefadır ÅŸehirlerdeki çürümenin zirvesi. Sonsuz çöllerden, uçsuz bucaksız bozkırlardan, kayıp, gizli, gizemli ormanlardan, sarp kayalıklardan akıp gelen ‘asabiyetin’ siyaset bilmeyen ‘saf erdemi’, bir ‘belediye görevlisi’ gibi tarihsel temizliÄŸini yapar.
Yıldızlarla konuşarak uyumaya alışık cengâver, başı üstündeki yüksek tavanı yadırgar, kadim bir saray gözdesinin ipeksi dokunuşları ile teskin edilir. Rüzgâr, yatağını çevreleyen tülü havalandırır ve üşür. Soğuk ve sıcak duygusunu bilmeyen bu cengaveri asıl üşüten rüzgâr değil; bedenine yerleşmeye çalışan ve onu çürütecek olan kurdun açmış olduğu ilk deliğin cereyanıdır bu. Eskinin mirası saraylı bir bürokratın, yeni tapu ve kadastro kayıtlarını yaparken kaleminin çıkarttığı hışırtı, kurdun, cengâverin dümdüz beynini, binlerce kıvrıma dönüştürecek ısırıklarının hışırtısına karışır.
Ay, güneÅŸ ve yıldızlar, kırsalda doÄŸanın “doÄŸal” bir parçasıyken, ÅŸehirlerde lütfedilen bir güzelliÄŸe bürünüyor. GüneÅŸin doÄŸuÅŸu ve batışı bir hüzün, bir neÅŸe, bir umut, bir umutsuzluk sebebi oluyorsa, ÅŸehrin sokaklarında koÅŸuÅŸturan ruh halleri ne tarladan dönüyordur ne de ormandan. Ahmet Hamdi Tanpınar “BeÅŸ Åžehir” adlı eserinde yüksek rakımlı Erzurum’dan ovaya doÄŸru bakarken güneÅŸin batışını şöyle anlatıyor: ‘Ä°lkin daÄŸların etekleri gümüş bir zırha benzeyen bir çizgiyle ovadan ayrıldı. Sonra düştüğü yerde sanki külçelenen bir aydınlık, bendi yıkılmış bir su gibi, bütün ovayı kapladı, toprağın, ekinin rengini sildi. Gözümüzün önünde sadece ışıktan bir göl meydana gelmiÅŸti. Bütün ova billûr döşenmiÅŸ gibi parlıyordu. DaÄŸlar bu cilâlı satıh üzerinde yüzer gibiydiler. GüneÅŸ batacağı yere iyice yaklaşınca, ovanın ÅŸurasından burasından kalkan tozlar, bu gölün üstünde altın yelkenler gibi sallanmaya baÅŸladılar. Bu bir akÅŸam saati deÄŸil, tek bir rengin türlü perdeleri üzerinde toplanan bir masal musikisiydi. Zaten güneÅŸ o kadar sakin, o kadar hareketsiz bir halde alçalıyordu ki dikkatimiz ister istemez gözlerimizden ziyade kulaklarımızda toplanmıştı. Hepimizde çok derin, çok esrarlı bir ÅŸeyi, eÅŸyanın kendi diliyle yaptığı büyük bir duayı dinler gibi bir hâl vardı. Sonra bu billûr aynanın üstünde, kendi parıltısından daha koyu ışık nehirleri taÅŸmaya baÅŸladı. Nihayet güneÅŸ iki dağın arasında kaybolacağı zaman, son bir ışık, olduÄŸumuz yere kadar uzandı. Toprak derin derin ürperdi. Ova yavaÅŸ yavaÅŸ saf gümüşten erimiÅŸ altın rengine, ondan da akÅŸam saatlerinin esmerliÄŸine geçti.’
Mitolojisiz, anlatısız, destansız bir şehir, şehir olamaz. Yüzyıllar öncesinde yaşamış bir caninin varlığı, yüzyıllar sonra bedenleri hâlâ ürpertiyorsa, el ele göz göze son nefeslerini vermiş âşıklara hâlâ ağlanabiliyorsa, toplumsal iyiliği yükselten hikmetli zatlar hâlâ aramızda ve bize doğruyu işaret etmeye devam ediyorlarsa, metruk mekânlar için anlatılan hikâyeler muhtelifse, kendisinden başka kaybedeceği hiçbir şeyi olmayan kahramanların naraları gecenin sessizliğini yırtıyor ve kötülerin yüreğine hâlâ korku salabiliyorsa, orası yaşanmış, yaşanan ve yaşayacak bir şehirdir.
Marshall Berman, “Katı Olan Her Åžey Buharlaşıyor” adlı eserinde birden bire inÅŸa edilen köksüz ÅŸehirlerden bahsediyor: ‘Brasilia fikri 1950’lerde ve 1960’lı yılların baÅŸlarında doÄŸduÄŸunda ve kentin tasarımı yapıldığında gerçekten de Brezilya halkının umutlarını içinde taşıyordu; özellikle de modernlik arzularını. Bu umutlarla onların gerçekleÅŸmesi arasındaki bu büyük uçurum, Yeraltındaki Adamın öne sürdüklerinin haklılığına kanıt olsa gerek: Modern insan için, bir saray inÅŸa etmek, yaratıcı bir serüven olabilir; ama onun içinde yaÅŸamak zorunda kalmak, yine de bir kâbustur… Brasilia’da en öldürücü olan ÅŸeylerin pek çoÄŸu, dünya çapında aydınlanmış planlamacılar ve tasarımcılar arasında ortaya çıkan bir oydaÅŸmadan çıkmadı mı? Ancak 1960’lı ve 19702li yıllarda, dünyanın her yerinde Brasilia’yı önceleyen benzer- yalnızca benim kentlerindekileri ve banliyölerindekileri deÄŸil- ÅŸehirleri yaratan kuÅŸak o ÅŸehirlerde yaÅŸama ÅŸansına kavuÅŸtuktan sonradır ki, bu modernistlerin yarattığı dünyada ne kadar çok ÅŸeyin eksik olduÄŸunu fark etmeye baÅŸladı.’
Sefahatin ve sefaletin mekânlarıdır ÅŸehirler. Açık veya örtük fuhÅŸun yuvalandığı ÅŸehirlerde, gündüz bu adi mesleÄŸe sövgüler yaÄŸdıran zevat, ÅŸehvetin kör atına binince fahiÅŸenin iÅŸve ve nazına bütün mülkünü feda eder. Emile Zola “Nana” adlı eserinde burnu büyük bir asilzadenin, Nana adlı bir fahiÅŸenin uÄŸrunda mülkünü kaybederek nihayetine çamurlara batıp çıkarak gidiÅŸini anlatır. Åžairin “Acem Mülkünü” feda ettiÄŸi kimdir? Sefalete gelince binlerce öykü anlatılır varsıl bulvarların hemen bitimindeki gettolarda. Işıltılı butik tentenesine sığınmış “Kibritçi Kızı” yeni neslin pek tanıdığını sanmıyorum. Londra sokaklarını parselleyen örgütlü dilenciler, zamanında kendilerince bir siyaset yapmışlar. Sendikalizmin ilkel ÅŸekli diyebilirsiniz buna.
Herhangi bir köyde veya kasabada yatay bir ilişkiden başka ne bulunabilir. Herkes herkesin siuletini dahi ezberlediği bu mekânlarda ötekileştirme yoktur. Ötekisi bir yabancıdır sadece uğrayan. Şehirler, herkesin uğradığı ve her uğrayanın da kaybolup gittiği bir mekân; onu bulabilecek onu ayırt edebilecek bir yerli bulmak mümkün olmadığı içindir bu kaybolmalar. İlişkiler dikeydir ve bu dikeylikte kaybolmak kolay ve mümkündür; sadece gettolara uğramamak şartıyla.
Åžehir denince; bazen uzaklarda oynaÅŸan ışık seli içinde muhayyel bir varlık, bazen üzerimize apansızın abanan bir realite, bazen derin bir iç çekiÅŸ, bazen yarım kalmışlık ama tüm halleriyle yaÅŸanmışlık ve bu yaÅŸanmışlıkların biteviye devri aklıma geliyor. Åžehir, yaÅŸamış, yaÅŸayan ve yaÅŸayacak olan bütün bir nesli sinesinde barındırıyor. Åžehir; doÄŸadan koparttığımız ve keskin bir biçimde ondan ayırarak inÅŸa ettiÄŸimiz faaliyetimizin bütünü ve yapıp ettiklerimizin kadim bir hafızasıdır. Åžehirsiz olamıyoruz; çoÄŸu zaman sinesinde olmaktan nefret etmemize, ÅŸehre ve ÅŸehrin anlattıklarına, devrettiklerine isyankâr olmamıza raÄŸmen…
Arif Arcan
Ä°stanbul, 30.04.2012
Henüz yorum yapılmamış.